UZUN GELİNCİK SENDROMU “Biri başını kaldırırsa, diğerleri eğilmek zorunda kalır.”
”Kırılganlık ve Kibir Arasında
Rüzgârın tüm çiçekleri aynı hizaya eğdiği bir bahçede, tek başına dimdik duran bir gelincik, meydan okuyordur hayata . Bu meydan okuma kibir değil ; farklılığın, derinliğin ışıltısıdır. O Işıltıya katlanamaz diğerleri. Çünkü o çiçeğin yükselişi, başkalarının eğilmişliğini görünür kılar. İşte burada başlar “Uzun Gelincik Sendromu”.
Bu sendrom, bir kişilik meselesinden öte; bir zihniyetin, bir medeniyetin aynadaki yansımasıdır. Bireyin sivrilen yanı, kolektifin kutsal uyumunu bozar. Bütünlük, farkı tehdit olarak algılar. Ve bu tehdit karşısında, bireysel başarı değil; toplumsal konfor savunulur. Oysa toplumsal konforun yolu, bireysel gelişmişlikle oluşur. Toplumun en küçük yapı taşı kalifiye birey olursa toplum, refaha erişir.Tıpkı mitolojik figürlerde olduğu gibi: Prometheus’un ateşi tanrılardan çalması, insanlığa değil; tanrılara rahatsızlık vermişti. Çünkü bilgi, hiyerarşiyi tehdit eder. Sokrates’in bildiği tek şeyin “bilmediği” olduğunu söylemesi, cehaleti değil; düzeni tehdit etti. Ve bu yüzden baldıran zehri içirilerek öldürüldü. Brütüs, Sezar’ı hançerlerken yalnızca bir tiranı değil; tarihin en uzun gölgesini biçti. Gölgeler uzadığında, başları biçilir.Yeni dünya düzeninde de bu sistem eskiden olduğu haliyle olduğu gibi işletilmektedir. Uzayanın başı kesilmelidir. Dünya güç dengelerinin, bugün uyguladığı bu stratejide; kendi güçlerini tehdit eden her potansiyelin erkenden uzaması durdurulur. Bazen iç karışıklık çıkarılarak, bazen doğrudan saldırılarak bazen de çeşitli entrikalarla. Oysa insanlık bir bütündür. Dünyanın herhangi bir yerinde ortaya çıkan bilimsel bir başarı, tüm insanlığın kurtarıcısı olabilir.
Sessiz Tırpan, Toplumun Görünmez Elinde
Modern dünyada bu tırpan, artık kılıçla değil; sözle, etiketle, sosyal medya linciyle işliyor. “Ukala” derler, “fazla özgüvenli”, “fazla duygusal”, “fazla başarılı”, “fazla güzel”… Fazlalığın tüm halleri, sanki bir taşkınlık gibi cezalandırılır. Oysa taşmayan bir nehir, denize varamaz. Ama bunu söyleyenin değil, taşanı biçenin sesi daha çok çıkar kalabalıkta.Bir çocuk öğretmeninden daha çok soru sorduğunda; bir kadın, kendinden emin bir şekilde yürüdüğünde; bir genç, sıra dışı hayaller kurduğunda… Kural basittir: “Boyunu bil.” Oysa kim belirlemiştir bu boyu? Kim çizmiştir, düşünmenin sınırlarını? Ve neden kimse sormaz: Ya biz fazla eğilmişsek?
Birey mi, Sürü mü?
Sosyoloji bize der ki: Birey, toplumun aynasında şekillenir. Ama o ayna, çoğu zaman çarpıktır. Farklı olanı göstermez, düzene uyanı cilalar. Bu yüzden eğitim sistemleri, zihinleri biçimlendirmekten çok hizaya getirmeye odaklanır. Oysa zihin hizaya girince, düşünce kurur. Eğitim, içten filizlenenin değil; dıştan dayatılanın meyvesini bekler.Her yüzyılın bir Galileo’su vardır ama her Galileo’nun karşısında da bir Engizisyon… Yetenekli çocuklar, “uyumsuz” diye etiketlenir; çok düşünenler “deli” yaftası yer. Bireysellik, sürü düzenine ihanet sayılır. Ve sistem, en çok da kendi içindeki ışığı keşfedenleri karanlıkta bırakmakla uğraşır. Kadim
Kökler: Gelinciğin Mitolojisi
Antik Anadolu’da gelincik, tanrıçaların çiçeğidir. Kibele, doğanın döngüsünü koruyan ana tanrıça olarak, en çok bu çiçeği severdi. Çünkü gelincik, hem kederin hem yeniden doğuşun simgesidir. Kırmızılığı, kana değil; yaşamın özüne gönderme yapar. Ve en uzun boylu olanı, kurban edilirdi: Baharın uyanışı için…Demek ki binlerce yıl öncesinden bugüne, uzun gelincikler hep kurban edilir. Bu bazen ritüeldir, bazen karar defteri; bazen sosyal dışlama, bazen diplomatik görmezden gelme. Ama özde aynıdır: Fark edenin fark edilmesi, çoğunluk için tehdit sayılır. Ve insan, en çok kendinden yüksekte olanı biçerek rahat eder… Büyümeyi Gölgeleyen EllerBugün bir okulda, sınıfın en sessiz öğrencisi alkışlanıyor olabilir. En çok ezberleyen, en az sorgulayan, en kolay kabullenen… Oysa düşünce, ancak rahatsızlıkla başlar. Rahatsız eden çocuklar, öğretmenlerin aynasıdır. Ama o aynaya bakmak yerine, aynayı kırmak tercih edilir.Ailede de benzer bir ritüel işler. “Aman dikkat çekme”, “fazla öne çıkma”, “göze batma”… Bu nasihatler, nesiller boyu aktarılır. Ve böylece birey, daha doğmadan budanır. Kendini değil, kabul edilen versiyonunu inşa eder. Kendi içindeki gelinciği değil, topluma uyan çimeni büyütür.
Direniş Estetiği, Kırılarak Büyümek
Ama her çağ, kendi uzun gelinciğini doğurur. Ve bazıları, her şeye rağmen büyür. Çünkü büyümek, yalnızca boy uzaması değil; özden doğan ışığın dışa taşmasıdır. Uzun gelincikler, kırılmaya razıdır ama eğilmeye asla. Onların şiiri, biçildikleri yerde filizlenir. Zaman, çoğu kez o şiiri susturur ama asla silemez.Direnişin en zarif hâlidir gelincik: Ne dikenlidir, ne zehirli; sadece çok güzeldir ve çok görünür. Onu kesen el, doğayı değil; kendi zihnini biçmiştir aslında.Köklerimizdeki Dirençİnsanlık neye direniyor?Bir toplumun en büyük dönüşümü, en uzun çiçeği daha da uzatmaya çalıştığı gün başlar. O gün, bir çocuk hayalini yüksek sesle söyleyebilir. Bir kadın, kendi düşüncesini rahatça konuşabilir. Bir sanatçı, alışılmışı bozmakla suçlanmaz. Ve bir öğretmen, sıra dışı öğrencisini hizaya sokmak yerine, zihnini daha da büyütür. O gün gelirse eğer, yalnızca bireyler, toplumlar değil; dünya kocaman olur.Dünyanın selameti için uzun gelincikleri koparmayın.